25 Ekim 2016

Peygamber Efendimizin hasta ziyareti ve taziyelere verdiği önem


Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hasta ziyaretinde, dost düşman, mümin kafir ayırımı yapmazdı. Sünen-i Ne-sâ'fnin "Bâbü't-tekbîr ale'l-cenâze" bölümünde; "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hasta ziyaretine her zaman riâyet ederdi" diye yazmaktadır. Buhârî, Ebû Dâvûd, ve diğerlerinde ise: "Yahûdî bir köle ölüm hastalığına yakalanınca Hz. Peygamber kendisini ziyarete gitti" diye rivayet edilmektedir.
 
Abdullah b. Sabit (ra) hastalanınca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu ziyarete gitti. O sırada Abdullah komadaydı. Allah Resulü seslenince O'nu duymadı. Hz. Peygamber: "Yazık ey Ebû Rebf, artık çağrımız da sana fayda etmi­yor" buyurdu. Bunu duyan kadınlar feryâd ile ağlamaya başladılar. Oradaki insan­lar onları engellemek isteyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; "Bırakın şimdi ağlasınlar. Öldükten sonra ağlamamak gerekir" buyurdu. Abdullah b. Sâ-bit'in kızı, "Onun şehid olacağını umuyordum. Çünkü cihad için bütün hazırlıkla­rını yapmıştı" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "O, niyetinin mükâfaatını alacaktır" buyurdu.
 
Câbir (ra) hastalanınca, evi uzak olmasına rağmen Hz. Peygamber onu yaya olarak ziyarete giderdi. Bir gün tekrar hasta olunca Ebu Bekir (ra) da yanma ala­rak onu ziyarete gitti. Kendisi komadaydı. Allah Resulü su isteterek abdest aldı, ar­tan suyu da onun yüzüne serpti. Câbir (ra) kendine geldi ve "Ey Allah Resulü! Mirasımı kime bakayım?" dedi. Bunun üzerine: "Allah Teâlâ çocuklarınız hakkında size şöyle tavsiyede bulunur..." âyeti indi. (Nisa 4/11)
 
Sahabeden biri hasta olmuştu. Hz. Peygamber birkaç kez onu ziyarete gitti. Sa-habî bir gece vefat etti. Hz. Peygamber geç vakitte gelirse kendisine zahmet olur düşüncesiyle adamın ölümünü Allah Resûlü'ne haber vermeyerek cenazeyi def­nettiler. Hz. Peygamber sabahleyin haber alınca olanlara üzüldü ve kabrine gide­rek cenaze namazını kıldı.
 
Bir gün Sa'd b. Ubâde (ra) hastalanmıştı. Hz. Peygamber onu ziyarete gitti. Ha­lini görünce içi burkulup üzüldü ve gözlerinden yaşlar boşandı. O'nun ağladığını görenler de ağlamaya başladılar.

Bir Habeşli mescidi her zaman süpürürdü. Bir gün öldü. Fakat sahabe bunu Hz. Peygamber'e haber vermediler. Bir süre geçtikten sonra Allah Resulü onun na­sıl olduğunu sordu. İnsanlar da onun öldüğünü haber verdiler. Hz. Peygamber "Neden bana haber vermediniz?" deyince insanlar önem vermediklerini söyledi­ler. Yani onun ölümünü haber vermeye değmez bulduklarını söylediler. Hz. Pey­gamber onun mezarını sorup öğrendi ve oraya giderek cenaze namazını kıldı.
 
Allah Resulü, cenaze geçerken ayağa kalkardı. Buhârî'de rivayet ediliyor ki: "Allah Resulü bir gün şöyle buyurdu: Cenaze geçiyorsa onunla birlikte gidin, en azından ayağa kalkın ve önünüzden geçinceye kadar ayakta durun."
 
Hz. Peygamber son derece ince kalpli ve hassas yaratılışlı, özellikle yakınları­nın ölümü kendisi üzerinde müessir olsa da, bağırarak ağlamaktan ve matem tu­tup feryad etmekten hiç hoşlanmazdı. Hz. Ali (ra) kardeşi Ca'fer (ra) çok sever­di. Onun şehid olduğu haberi geldiğinde Hz. Peygamber matem meclisinde oturuyordu. O durumda iken biri gelerek Cafer'in eşlerinin ağladığını söyledi. Allah Re­sulü ona, "Git ve onları menet" buyurdu. Gîtti ve dönüşte: "Ben menettim ama fer­yattan vazgeçmiyorlar" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tekrar menetmesi için geri gönderdi. Yine de feryattan vazgeçmediler. Üç kere menetmesine rağmen bu­nu kabul etmeyince; "Git, ağızlarına toprak doldur" buyurdu.

21 Ekim 2016

Mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten önce gelir


Yüce Allah her an her zaman kulunun yanında onunla beraberdir. Kulu unutsa bile bu dünya âlemin de her an yanında ona nimetler vererek korumaktadır. Kula saygı hürmet Yüce Allah’a saygı ve hürmetten dolayıdır, bunu emreden ve kullarının hakkını korumasını isteyen Yüceler yücesi Allah(c.c.)’dır. Bir kısım gördüğümüz hali niyeti kötü olan kul olarak görünen o kulun gizli bir sevabı vardır ve Yüce Allah’ın yanında değeri yüksektir. Veya çok iyi niyetli olup yaptığı iyiliği başa kalkan ve her daim söyleyenin yüreğinde nefret ile dolaşmadığı ne malum, işte bu nedenle görünmeyen bir tarafı görmeyen kul, her gördüğü kulu incitmeyecek, hüsnü zanda bulunmayacak. Gözü ile görmediğine inanmayacak, onu karalamayacak. Kâbe’yi inşa eden Hz Adem ve Hz İbrahim Peygamberdir, yani insandır. Kalp de insanın merkezi’dir Allah orayı nazargah eyler-Ben âleme sığmadım kulun gönlüne-KALBİNE- sığdım der Yüce Rahman. O nedenle Kula önce hürmet sonra Kâbe’ye hürmet etmeli.

Abdullah b. Amr (r.a) anlatıyor:

Resullulah’ı (s.a.v) Kâbe’yi tavaf ederken gördüm, şöyle diyordu:

 “Sen ne güzelsin, kokun da ne hoştur. Sen ne kadar büyüksün, hürmetin de çok büyüktür. Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki müminin hürmeti ve kıymeti senin kıymetinden daha büyüktür.
Allah (c.c) onun malını, kanını haram kılmış ve bize mümin hakkında ancak hayır düşünmemizi (onu haksız yere suçlamak ve karalamaktan kaçmamızı) emretmiştir.”(İbn Mâce, Fiten, 2.)

İbn Abbas (r.a) anlatır:

 “Resûlullah (s.a.v) Kâbe’ye baktı ve ‘Senin hürmetin ne kadar büyüktür. Müminin Allah katındaki hürmeti senden daha büyüktür’ buyurdu.”(aberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, nr. 699.)

Şu olaydan ibret almalıdır:
Bir gün İsa (a.s), İsrâiloğulları içinde Salih olarak tanınan biriyle şehir dışına bir yere gidiyorlardı. Halk arasında kötü ve günahkâr haliyle bilinen bir adam da peşlerinden geliyordu. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samimi bir pişmanlık ve utanç hali içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi Hak Teâlâ’ya yöneldi,
“Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye yalvardı. Kötü haline ve o güzel peygamberle birlikte olamadığına üzüldü. Salih bilinen kişi ise, onun kendilerini takip ettiğini fark edince bundan rahatsız oldu, onu küçümsedi, ellerini semaya kaldırıp,
“Allahım! Yarın kıyamet günü beni bu günahkâr adamla birlikte haşreyleme!” diye ilticada bulundu.

Bunun üzerine Cenabı-ı Hak, İsa aleyhisselâma şöyle vahyetti:

“Ya İsa, kullarıma söyle; ikisinin de duasını kabul ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın Salih zannettiği kişiye gelince, onu da benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için cennetliklerden yapmadım.”(Kuşeyrî, Risale, s. 130.)

 Evliyanın büyüklerinden Ebû Bekir el-Batâihî şöyle demiştir:
 "İnsanları hor, hakir ve aşağı görmen senin için tedavisi mümkün olmayan büyük bir hastalıktır."
Hz. Mevlana gönül incitenleri şöyle ikaz eder:
“Şunu iyi bil ki sen, Allah’ın nazargahı olan bir gönül incitip kırsan, sonra Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap gönül kırmanın günahını dengeleyemez.Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin kırık gönül, arştan da üstündür, kürsüden de, levhten de, kalemden de! Hor bile olsa gönlü hakir tutma! O, horluğuyla yine de üstünler üstündedir. Kırık ve mahzun gönül, Allah’ın nazar ettiği yerdir. Onu yapan can ne mübarektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tamir etmek, Allah katında birçok hayır hasenattan daha yeğdir… Sus! Her kıldan iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, yine de anlatılmaz.”
 En doğrusun Yüce Allah bilir, o kuluna en çok değer veren ve koruyandır, kulu bazen asi olsa da, yolda çıksa da her an tövbe kapısı açık, gelmesini bekleyen Yüce Allah’ın kulu en değerlisidir. 



18 Ekim 2016

Besmelenin fazileti



"Kıyamet günü bir kavim, Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek gelir; onların iyilikleri kötülüklerinden daha ağır basar. Diğer ümmetler bu kavmin bu durumunu görünce, "iyilikleri ne de ağır basıyor!" derler."

Çünkü onların ilk sözü ve sözlerinin başı, Bismillâhirrahmânirrahîm'dir. Bu da Allah'ın büyük isimlerindendir. Eğer bu isim terazinin bir kefesine, yerler, gökler ve içindekiler de diğer kefesine konulsa, Bismillâhirrahmânirrahîm ağır gelir. Cenâb-ı Hak Besmele'yi bu ümmet için her türlü belâdan güven yapmış, kovulan şeytandan koruyucu kılmış, her türlü hastalığa şifâ yapmış, yere batmaktan, yangından, başka şekle girmekten koruyucu etmiştir. Bütün bunlar Bismillah'ın bereketiyle sunulmuştur. (Havâssı'l-Kur'an)

Tefsir-i Kebir'de Ebû Hureyre (r.a.)'den yapılan rivayete göre Resûlüllah Efendimiz(s.a.v):

"Ya Ebâ Hüreyre! Abdest aldığın zaman Bismillâhirrahmânirrahîm de… Seni koruyan melekler (Hafaza melekleri) abdestin bitinceye kadar senin için iyilik ve sevap yazarlar. Gusledinceye kadar buna devam ederler. Bu temastan sana bir çocuk olursa, o çocuğun nefesleri sayısınca sevap yazılır. Onun adımları sayısınca ya da ondan türeyip gelenler sayısınca hasenat yazılır. Hiçbir kimse o nesilden kalmayıncaya kadar bu sevap yazması sürüp gider"
 buyurdu.

Besmelesiz Her İşe Şeytan Ortak Olur.

Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)buyurdu ki:

"Hiçbir kimse yoktur ki evine girmek istediğinde şeytan ona talip olup içeri girmek istemesin. Ama evine girerken Bismillâhirrahmânirrahîm derse, şeytan artık ümidini kaybedip şöyle der: Bu eve girmem için bir imkan kalmadı! Evde kendisine yemek takdim edilince de Bismillâhirrahmânirrahîm derse; şeytan artık bu evde benim için yiyecek bir şey kalmadı, diye söylenir. Kendisine su yada şerbet (içecek) takdim edildiğinde, Besmele çekerse; şeytan, burada artık bana bir içecek yoktur, der. Yatağına uzandığında yine Besmele çekerse, şeytan, benim için artık burada bir yatak kalmadı, der. Ama evine girerken Besmele'yi terk edecek olursa, onunla birlikte şeytan da içeri girer. Yemek yerken terk edecek olursa, şeyten da onunla birlikte yer. Bir şey içerken terk edecek olursa, şeytan da onunla birlikte içer; ondan önce ağzını bardağa dokundurur. Karısıyla cinsi temasta bulunurken yine Besmeleyi terk edecek olursa, şeytan da onunla birlikte temasta bulunur; böylece doğan çocuğun bir kısmı onun (şeytanın) suyunun karışmasıyla oluşur; çocuklardan bir kısmı kör, bir kısmı şaşı, bir kısmı topal, bir kısmı Hak yolundan çıkmış, bir kısmı Hakk'ı inkâr etmiş olur. "

Bu ve buna benzer konularla ilgili olarak Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de buyumuşturki:
 
" İsra/62- "(Yine İblis) dedi ki: 

"Şu benden üstün kıldığını gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."

İsra/63- "Allah buyurdu ki:

 "Haydi git! Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki, cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir ceza. "
İsra/64-
 "Onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaadlerde bulun." Fakat şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez."

İsra/65- "İnne ıbâdî leyse leke aleyhim sültânün. Ve kefâ birabbike vekîle (n) "Doğrusu benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olmaz. Onları koruyucu olarak rabbin yeter. "(İsra Suresi-65)

Cafer Bin Muhammed diyor ki:

 "Şeytan, adamın tenâsül âleti üzerinde bulunur. Adam bismillah demeden karısıyla temasta bulunursa, şeytan da onunla birlikte temas yapar ve onun akıttığını o da akıtır."

Rivayete göre, bir adam İbni Abbas (r.a.) hazretlerine gelerek dedi ki:

_ Karım uykusundan uyandığında tenasül uzvunun üzrerinde ateş pırıltısına benzer bir pırıltı görmüş; buna ne dersiniz?

_ O, şeytanın onunla münasebette bulunmasından oluşmuştur.
 Karınla münasebette bulunurken Bismillah de… Diye cevap vermiştir.

16 Ekim 2016

Takva Elbisesi


A’râf suresinin 26 âyet-i celîlesinde Yüce Rabbimiz mealen: 

“Ey Âdem oğulları! Sîze mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.”

Kur’an’ da “inzâl” kelimesinin kullanılmasındaki nükte!

“Kur’an’da ‘Biz elbise indirdik’; ‘Demiri indirdik’ (Hadîd 57/25); ‘Allah hayvanlardan size sekiz çift indirdi’ (Zümer 39/6) gibi ifadelerdeki ‘indir­me’ (inzal) kelimesi, belirtilen nimetlerin birer ilâhî lütuf olduğuna, insanların bu nimetlerin değerini ve kullanma zaruretini fıtrî olarak kavradığına işaret eder.”


ÜÇ TÜRLÜ ELBİSE!

“Âyette üç türlü elbiseden söz edilmiştir:
1) Sadece örtünme ihtiyacını karşı­layacak olan basit ve sade elbise. 
2) Örtünmenin yanında ziynet maksadı da taşı­yan kaliteli, temiz ve düzgün elbise.
3) ‘Takva elbisesi’. Burada, sırf örtünme amaçlı elbise yanında ziynet amacı ve değeri taşıyan elbisenin de Allah’ın lütfü ve nimeti olarak anılması, pejmürde kılık kıyafeti zühd ve takva gereği sayan anlayı­şın isabetsizliğinin kanıtıdır.

Takva elbisesi tefsirlerde ‘vücudu koruyan elbise; zırh, miğfer vb. savaş giysileri, mecazi olarak sâlih amel; iffet; iyi huy; tevhid’ gibi değişik şekillerde açıklanmıştır (Râzî, XIV,52) . 

Âyette takvanın ‘haya’ ile iliş­kisine işaret edilmekte; ayrıca dolaylı bir üslûpla takva, günah duygularını örtüp kapatan dizginleyen ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu bezeyen bir erdem şeklinde takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı, korudu­ğu ve süslediği gibi takva da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhu­muzu süsler. Böyle olunca takva sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şeh­vet düşkünü, aç gözlü, edepsiz, hayasız ... olması düşünülemez.”

'TAKVA'NIN ANLAMI!

“Takvâ hakkındaki âyetlerin bir bütünlük içerisinde incelenmesi halinde açık­ça görüleceği üzere (geniş bilgi için bk. Bakara 2/ 197) , Kur’an-ı Kerîm’in büyük önem verdiği bu kavram, başlıca şu iki temel anlamı içermektedir: 

a) Takva, itikadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, ahlâkî ve amelî konularda ruhu kirleten kötü duygulardan, fena huylardan; eksik, kusurlu, zararlı ve haksız davranışlardan, İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayıştan sakınmak, uzak durmaktır, 

b) Takvâ, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü kötülüklerin terk edilmesinde öncelikle Allah’tan ittika etmektir; yani Allah korkusunu, O’na karşı saygılı olmayı ön plana çıkararak bu saygıyı, davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Takvâ bütün bu erdemleri kapsayan en geniş kapsamlı fazilettir. 

Bu sebeple maddî elbisenin vücudu koru­ması ve ziynetlendirmesi gibi âyetteki deyimiyle takvâ elbisesi de ruhumuzu fena­lıkların bütün çeşitlerinden koruyup örten ve faziletlerin bütün çeşitleriyle bezeyip süsleyen bir elbisedir.”  

13 Ekim 2016

Allah temizdir, temizlenenleri sever


“Allah temizdir, temizliği sever.” (Müslim, İmân:147) buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), mü’minlerin her haliyle temiz olmaya çalışmasını tavsiye ederken, bunun aynı zamanda Allah’ın “Cemîl” ismine ayna olduğuna işaret etmektedir.
Mü’min gerek bedenen, gerekse ruhen ve ahlâken temizliğe dikkat ettiği müddetçe kâinata ayak uydurmuş, yaratılış kanununa göre hareket etmiş olur. Nezâfet kanunu her an işlemekte ve durmadan devam etmektedir. Durup dinlenmeden çalışan bu kanuna insanın katılması kadar tâbiî bir hâl yoktur. Sinekten file, çiçekten yıldızlara varıncaya kadar, kâinatta tam bir temizlik kanunu hâkimdir. İnsan eli ulaşmadığı ve bulaştırmadığı müddetçe, her şey yaratılışta temizdir, pâktır.
Kalbi, ruhu, duyguları ve lâtifeleri iman nuruyla temizlenip günah ve şüphe paslarından arınan insan, haliyle bedenini, üstünü başını da temiz tutacak, iç ve dış temizliğini birlikte yürütecektir. İşte o zaman imanına göre hareket etmiş, Cenab-ı Hakk'ın Kuddûs, Cemîl, Nazîf isimlerini kendi yaşayışında aksettirmiş olur.
Zaten ruh temizliğine dikkat eden insanın, beden ve dış temizliğini ihmal etmesi düşünülebilir mi? Başta Peygamberimiz (a.s.m.) olmak üzere, onun izinden giden bahtiyar insanlar bu hususa dikkat ve hassasiyetle riayet etmişlerdir. Bu bakımdan onlar temizdir, tâhirdir. Her halleriyle tertemiz olmuşlardır.
Peygamberimiz (a.s.m.) çoğu zaman beyaz elbise giyer, saçına sakalına varıncaya kadar da tertip ve düzene riayet ederdi. Bilhassa beden temizliğinin büyük bir parçası olan yıkanmaya, gusle büyük ehemmiyet verirlerdi. Mübarek teni devamlı misk gibi koktuğu halde devamlı güzel koku kullanır, en az haftada bir kere yıkanır; bunu da sık sık tavsiye eder, üzerinde dururlardı.
Peygamberimizin (a.s.m.) yıkanmakla ilgili hadislerine baktığımız zaman şunlarla karşılaşırız:
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet ediyor. Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdular:
“Allah rızası için her Müslümanın haftada bir gün başını ve bedenini yıkaması bir haktır, bir vazifedir.”
 (Buharî, el-Cumua, 12)Câbir bin Abdullah’ın rivayetindeki hadis-i şerifin meâli şöyledir:
“Her Müslümanın haftada bir gün yıkanması gerekir. O gün de cuma günüdür.”
 (Nesaî, el-Cumua, 8; Kenzu’l-ummal, h. no: 21277, 21236)Hz. Semüre’den gelen rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:
“Cuma günü abdest alan mü’min ne güzel bir iş yapmış olur, fakat o gün gusletmek daha faziletli ve sevaplıdır.” 
(Ebu Davud, Taharet 130, (354); Tirmizi, Salat 357, (497); Nesai, Cuma 9)
Bütün bu hadisler beden temizliğinin en az haftada bir gün tekrarlanmasını, bu iş için de cuma gününün tercih edilmesini tavsiye etmektedir. Hatta bu hadislerden hareket eden bazı ulemâ cuma günü yıkanmayı vacip, bazıları da sünnet-i müekkede olarak görürlerse de, bu mendup bir ibadettir. Bu yıkanma, farz olan yıkanmanın dışındadır. Bir insana ne zaman gusül icap etse, vakit geçirmeden hemen yıkanması zaten farzdır. Bunun için bir zaman ve gün yoktur.Hafta içinde cuma günü yıkanmanın pekçok hikmet ve sevabı vardır. Fakat bu hadisler haftanın sair günlerinde yıkanmanın mekruhluğunu göstermez. Aslında mümkünse her gün yıkanmak, yoksa iki-üç günde bir yıkanmak, en güzelidir. Fakat bu da olmazsa haftayı geçirmemek gerekir. Çünkü bu bedenin sıhhati ve rahatı için mühim faydaları içinde bulundurmaktadır.

11 Ekim 2016

En kötü hastalık: Kibir


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
İnsanoğlu için maddî-bedenî hastalıklar olduğu gibi, manevî-kalbî hastalıklarda söz konusudur. İşte bu manevî hastalıkların en zararlılarından bir tanesi de kibirdir. Bu hastalık kalpte karargah kurduktan sonra, dile ve amellere de bulaşır. Yani gizli konumdan açığa çıkarak gerek kişinin sözlerinde, gerekse de hal ve hareketlerinde kendisini gösterir. Şimdi bu hastalığın sâhibini götüreceği sonu âyet ve hadîslerin ışığında görelim ve ondan kurtulmanın yollarını arayalım.
Kibir kelimesi lügatte “büyüklenmek, büyüklük taslamak” gibi manalara gelmektedir. Kibir kişinin kendisini başkalarından daha da üstün görme hâlidir. Halbuki büyüklük ve azâmet yani kibriyâ ancak Allâh’u teâlâ’ya âittir. Allâh subhânehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır.
“Şüphesiz Allâh kibirlenip övünenleri sevmez.” (Nisâ: 4/36)
Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allâh onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; Gerçekten O müstekbirleri (kibirlenenleri) sevmez.” (Nahl: 16/23)
Bir başka âyeti kerîme ise şöyledir:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra:17/37)
Âyeti kerîmelerde Allâh’u teâlâ’nın kibir sahibi kimseleri sevmediği beyân olunmuştur. Eğer bizler de Allâh’u teâlâ’nın sevdiği birer kul olmak istiyorsak bu kötü hasletten uzak durmalıyız. Kibirle alâkalı zikredilen âyeti kerîmelerden sonra şimdi de konumuza dâir birkaç hadîsi şerîfi inceleyelim.
Ebû Hureyre radıyallâhu anh’ın naklettiği bir hadîsi kudside Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Allâh teâlâ hazretleri şöyle buyurdu; Kibriyâ (büyüklük) benim ridamdır, izzet de izârımdır. Kim bu iki şeyde benimle yarışırsa onu ateşe atarım. ” (Müslim, İbn Mâce…)
Bir başka rivâyette ise şöyle buyurulmaktadır:
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez…” (Buhâri, Müslim)
Birinci hadîste kibirlenen kimselerin cehennem ateşine atılacakları bildirilmiştir. Çünkü Kibriyâ sâhibi olan Allâh’u teâlâ’dır. İkinci hadiste de -hardal tanesi kadar dahi olsa- her kibir ehlinin cezasını çekmeden cennete giremeyeceği beyân olunmuştur. Hiçbir akıl sâhibi ateşe girmeyi arzu etmez. Fakat nefsi emmâre yani kötülüğü emreden nefis insanın helâk olmasına sebeb olur. Her mükellef nefsini bu mertebeden kurtarabilmek için hayatı boyunca mücâdele etmelidir.
Görüldüğü üzere kibir ya hakkı kabul etmemek ya da insanlara karşı büyüklenmek olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse kibri iki kısma ayırabiliriz.
1-Yaratıcıya yani Allâh Azze ve Celle’ye karşı kibir: Bu kişinin Allâh’u teâlâ’nın emir ve yasaklarını inkâr etmesi veya akıl yürüterek emre itaatsizlik etmesiyle gerçekleşebilir. Sonuç olarak ise sahibinin kâfir olmasını gerektirir. Bu kimseler tevbe edip hallerini düzeltmedikleri takdirde ebedî cehenneme duçar olacaklardır. Bunların başı iblis aleyhillanedir. Allâh’u teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ve meleklere: “Âdem’e secde edin” dedik. İblis hariç secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, kâfirlerden oldu.”(Bakara:2/34)
Evet, iblis Allâh’u teâlâ’nın emrine karşı geldi. Kibirlendi ve “beni ateşten Âdem’i ise topraktan yarattın” diye akıl yürüttü. Ateş topraktan üstündür düşüncesiyle kibirlendi ve kâfirlerden oldu. İşte kişiyi kâfir kılan ve bu hal üzere öldüğü takdirde sâhibini ebedî azâba götüren kibir çeşidi budur. Rabbim Müslümanları bu ve benzer hallerden muhafaza eylesin. Allâhumme âmin.
2- Yaratılmışlara yani insanlara karşı kibir: Kulların nefislerine uyarak kendilerini başka insanlardan üstün görmeleridir. Bu duruma sebeb olan etkenlerden bazıları şunlardır: Liderlik, mal, mevkî, ilim, zekâ, güzellik ve yetenektir. Zengin fakirlere, liderlik ve mevkî sâhibi yönettiklerine, ilim sâhibi câhillere, zekâ sâhibi düşük akıllılara, güzel olan çirkinlere, yetenekli olan beceriksiz kimselere karşı kendisini üstün görerek kibirlenebilir.
Bu durum kişiden kişiye değişir. Kimisi nefsinin bu kötü isteğine uyarak kibirlenir. Kimisi de kibre engel olacak sebeblere sarılır ve bu durumdan kurtulur. Kişinin kibirden korunması için dikkat etmesi gereken bâzı hususlar şunlardır:
1- Öncelikle kişi her dâim acziyetinin farkında olmalı, Kibriyâ sâhibinin Allâh’u teâlâ olduğunu aklından çıkarmamalıdır.
2- Her amelini ihlaslı bir şekilde yalnızca Allâh’u teâlâ için yaparak insanlardan bir karşılık beklememelidir.
3- Kibrin haram olduğunu ve kibirlenenin de cehennemde yanacağını unutmamalıdır.
4- Kibrin zıttı tevâzudur. Tevâzu, alçakgönüllülük, isteyerek mertebesinin altında görünme hâlidir. Müslüman kibir ehli değil tevâzu ehli olmak için çabalamalıdır.
Sonuç olarak kişinin cehennem ateşine girmesine vesile olan kibirden el-Mütekebbir olan Allâh subhânehu ve teâlâ’ya sığınmalıyız. Rabbim sen bizleri hakka tabi olup batıldan yüz çeviren kullarının zümresine dâhil et..Amin

8 Ekim 2016

Biz neysek ve neyi arıyorsak oyuz


Derler ki, adamın biri uzun bir yola koyulmuş. Kendine bir yer bir yurt bulmak ümidiyle yollara revan olmuş. Nihayet uzaktan bir köy görünmüş ve daha köye girmeden köylülerden biriyle karşılaşmış. Heyecanla varmış yanına: "Kardeşim ben öyle kötü bir yerden geliyorum ki, oranın insanları sevgisiz, merhametsiz, acımasız. Söyle bana bu köydeki insanlar nasıldır? Köylü adamın yüzüne bakar ve şöyle cevap verir: "Bu köydeki insanlarda aynen öyledir." Adam daha köye girmeden çeker uzaklaşır gider. Aradığı yeri buldu mu bilinmez ama çok geçmeden başka bir yolcu uğramış köye. Aynı köylüyle karşılaşmış ve sormuş: "Kardeşim ben iyi insanların, hakkın, adaletin, sevginin olduğu bu yerden geliyorum. Acaba bu köyün insanları da öyle midir? "Köylünün yüzü parlar ve şöyle cevap verir: "Bu köyün insanları da öyledir!"
Biz neysek ve neyi arıyorsak oyuz ve Cenab-ı Hak karşımıza onu çıkartır. Niyetlerimiz, düşüncelerimiz bizden ayrı değildir ki! Tıpkı gül misali; dikeni görüp de güle burun kıvıranlar değil, gülün hatırına dikeni görmezden gelenler gül kokusunu alır, güllere yoldaş olur...




5 Ekim 2016

Abdest alan kişiye selam verilir mi?


ABDEST ALAN KİŞİYE SELAM VERİLİR Mİ?

Selam dinimizin çok önem verdiği simgelerden birisidir. Hz. Peygamber selamlaşmanın, Müslümanlar arasında sevginin yayılmasına sebep olacağını bildirmiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 134.)

Ancak selam verildiği takdirde selama karşılık veremeyecek durumda olan kimselere selam vermek uygun değildir. Mesela, ezan, Kur’an-ı Kerim ve hutbe okuyana, hutbe dinleyenlere selam vermek mekruh kabul edilmiştir.

Abdest de ibadete hazırlık ve bir yönü ile ibadet sayıldığından abdestle meşgul olan kimseye selam vermemek daha uygundur.

3 Ekim 2016

Genişlikte ve darlıkta her zaman dua etmek


Felaket anlarında Allah'ı anıp O'na sığınmayan pek az insan vardır. Böyle anlarda insanlar duaya baş vurur, Allah'a yalvarırlar. Hatta öyle ki taptıkları putlarını, uydurma tanrılarını, taparcasına bağlandıkları servetlerini, makamlarını unutarak fıtri bir eğilimle kurtuluşu yalnız Allah'tan dilerler.
Bu durum En'âm suresi 40 ve41. Ayet-i kerimelerinden şöyle ifade buyrulmaktadır.: "De ki, "Söyleyin bakalım. Acaba size Allah'ın azabı gelse veya size kıyamet saati gelip çatsa (böyle bir durumda) siz Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer (putların size yararı dokunduğu iddianızda) doğru söyleyenlerseniz (haydi onları yardıma çağırın). Hayır! (Bu durumda) yalnız O da dilerse (kurtulmak için) dua ettiğiniz sıkıntıyı giderir ve siz o an Allah'a ortak koştuklarınızı unutursunuz."
Ancak birçok insan sıkıntıdan kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski isyankar tutumlarına dönmektedir. Aynı surenin 63 ve 64. ayetlerinde insanlar bu zaafları hususunda uyarılmakta, kendilerini dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğu, dolayısıyla zor zamanlarda olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O'na şirk koşmamaları gerektiği hatırlatılmaktadır.